26 Aralık 2010 Pazar

Günlerin getirdiği (2)...

* Aksakal tarafından eğlenceli olmamakla itham edildim demek isterdim, ama düşününce haklı olduğuna karar verdim.. Dark side'a filan geçtiğim yok, velakin uzun süredir hastayım.. İlaç milaç kullandığım da yok.. En büyük keyifsizlik oradan geliyor son günlerde.. Buna bir çare bulmak gerekiyor..

* Çarşamba günü Hande'yi gördüm otobüste tesadüf eseri.. O inerken ben de peşinden indim.. Bana küsmüş, öyle dedi; nedenini merak bile etmedim.. Akşama kadar aklıma bile gelmedi.. Tuhaf.. Ben böyle değildim, hemen üstüne düşerdim, neden derdim, niçin derdim; sorardım, düzeltmeye çalışırdım.. Umursamadığım şeyin ne olduğunu bilmiyorum.. Genelgeçer bir duygu durumunda  diye mi düşünüyorum, yoksa karşı tarafa karşı kişisel bir hissizlik mi var benim tarafımdan!!.. Şu an üstüne düşünmeye başlamak istemiyorum, vazgeçiyorum.. Sonucun rahatsız edici olmasından korktuğum için, nokta...

* Harici diskim bugün filmle doldu, her gün bir tanesini izlesem yıl biter.. İyi de, ben eskisi gibi sevmiyorum film izlemeyi.. Dizilerle dolduruyorum 6. sanat sevgimi.. Sinemaya da gittiğim yok.. Kurban bayramında kuzenlere misafirliğin bir parçası olarak Türk işi bir komedi izlemeye gitmiştim -vay arkadaş-, onu da sinemadan sayacak halim olmadığına göre, bir kaç yüzyıl geçmiş olmalı sinema salonunda keyifle "tek" olmanın keyfini yaşayalı.. Aciliyeti yok, listeye ekleriz..

* Perşembe radyasyonlandım, sintigrafi çekildi böbreğimden.. Çekimden çıktığımda nükleer tıp bölümündeki hemşireler benden vebalıymışım gibi kaçıştılar.. Bana daha çok aslan gördüğünde kaçışan zebraları hatırlattılar.. Beyaz önlüğün bu algıya yol açmış olması kuvvetle muhtemel..

* Facebook cenderesinden kurtulalı neredeyse 3 ay oldu.. Arada bir geri dönüp bazı insanların maillerini almam gerekiyor, o kısa anlarda bile kasılıyorum, geriliyorum.. Hesabımı dondurmak istediğimde muhakkak sebep belirtmem gerekiyor.. Orada açıklama yazabileceğin bölüme gelecek sefere, edepsiz şeyler yazmayı düşünüyorum; yaparsam hiç bir şekilde geri dönmeme izin vermeyeceklerinden ümitliyim.. Size orada başarılar diliyorum..

* The Doors'un Touch Me diye bir şarkısı var.. isterseniz buradan izleyebilirsiniz.. Bu kayıtta değil, ama bir başka kayıtta, nakaratı son kez söylediği bölümde o kadar güzel "fall from the sky for you and i" diyor ki; bu sebepten şarkıyı manyak gibi dinledim hafta boyunca.. In the mouth of madness..

* Bu Fatmagül olayı o kadar çok uzadı ki.. Sonunda üzerine espri yapan birisine tekme tokat girişeceğim.. Yeter artık, tecavüzle ilgili bu derece espri üretecek dimağların beyinlerini kaldırıma dökmek istiyorum; sıktınız, hem de fena halde..

* Yumurtaydı, ileri demokrasiydi, wikileakstı derken günler bir bir geçiyor.. Özellikle dikkatimi çeken Güneydoğu'da yapılmak istenilen özerk bölge girişimi.. Demokrasi, insan hakları diye bağıran bir partinin öncelikle Türk'üm diyen TC vatandaşlarını ikna etmesi gerekiyor, bunu becermeleri için önlerinde çok uzun bir yol olduğunun farkında oldukları için kısa yoldan istediklerini yapabileceklerini düşünüyor olmalılar.. Bunun da bir faşistçe eylem olduğunun farkında olmalarını beklemek benim safdilliğim olarak kalacak sanırım.. Sana uygulandığını düşündüğün haksızlıklara karşılık olarak senin siyasi tepkin buysa, kusura bakma arkadaş; bu da siyasi terördür.. Merak edenler terörün tanımına bir baksınlar.. Bunları söylerken de kimseyi savunduğum düşünülmesin, hepimiz aynı cenderenin içindeyiz.. İleri demokrasi bizi en güzelinden seviyor zaten..

* Hidayet Orlando'ya döndü.. İyi de yapmış, bu gece maçını izledim ve oyunun kaderini değiştiren bir Türkoğlu ile karşılaştım.. 1.5 senedir gördüğümüz yerlerde sürünen performanslarından sonra gerektiği gibi oynatıldığında ne derece etkili olduğuna tekrar şahit olduk.. Her maç bunu gerçekleştiremeyecektir, 2 sene önceki verimliliğine de çıkamayabilir; yine de hakettiği saygıyı tekrar kazanacağına inanıyorum.. Onu Orlando forması altında izlemek keyif verici..

* Dün okuldan arkadaşlarla Galata Köprüsü altında bir yemek yedik, sonrasında Taksim'e çıktık bir kaç tanesiyle beraber.. Mihmandarları ben oldum.. Önce Kiki'ye girdik, boştu; geri çıktık.. Hadi başka yere gidelim dediler, tabi ki arkamdan homurtular başladı, neyse ki Araf doluydu ve hoşlarına gitti.. Saatlerce dans ettiler, ben de inanılmaz bir yeteneksizlik olduğu için her zamanki gibi oturduğum yerden arada bir sallandım sadece.. Gecenin sonunu Gemi'de getirdik.. Eve girdiğimde saat 05:30'du.. Gece gezmelerinden bu kadar geç geldiğim pek görülmemiştir.. Demek ki benim de pek ilgimi çekmiyor olsa da kalabalıklar içinde kaybolmam gerekiyormuş.. Bu sayede gereksiz apoletlerinden sıyrılıyor insan.. Gözümün önünde dans ederek, içerek vs. kendinden geçen insanlara her zamanki gibi kafamdan karakterler ve isimler verdim, kafalarının üstüne konuşma baloncukları kondurdum; sonunda hepsi yalnızdı, tıpkı benim gibi.. Bugün hepsini unuttum, onlarsa beni zaten hiç farketmemişlerdi.. Cadde üzerinde salınan vücutlarımız birbirimizin yolunu kesiyor, omuzlar birbirine vuruyor, sesler birbirine karışıyor ve kokular burnumun direğini kırıyordu.. Vücutlar bu kadar birbiriyle temas halindeyken ruhlarımız kaçacak delik arıyordu.. Çünkü yüz kişiden doksanı mutlaka şu kelimelerle başlayan ve devamını getirdikleri bir cümle kurdular " amma da kalabalık...".

* Hastalık yüzünden sabah kalktığımda ve akşam 9'dan sonra -neden 7 değilde 9 merak ediyorum- sesimin kısılmasından nefret ediyorum.. Öksürük nöbetleri, burnumun akması, boğazımın gıdıklanması gibi diğer etkiler de cabası.. Bu halimi gören bir arkadaşım bana şöyle dedi: "modun düşmüş".. Tekrar söylemesini istedim, çünkü yeni bir deyim öğrenmiş oldum.. Bundan sonra bol bol söylerim, umarım birisine yanlışlıkla donun düşmüş demem, modun düşmüş demek isterken; karıştırmaya müsait gibi, en azından benim için...

* Serdar Ortaç ve Pascal Nouma'nın Turkcell reklamını gördüm, arka fonda Karabiberim çalacak diye bayağı bir tırstım açıkçası.. Üstüne bir de Karabiberim şarkısının klibi aklıma geldi, Ortaç'ın Nouma'nın göbeğinden zeytin yediğini filan hayal ettim; günüm bitti, nasıl desem; donum, pardon modum düştü cidden..

* Cep telefonu hattı satmak için her köşe başını tutan arkadaşlara bir çift lafım var.. Elbette satın ve elbette para kazanın; amme hizmeti yapmıyorsunuz sonuç olarak.. Ama özellikle Avea hattı satmaya çalışan sayın muhteremler, işportacı gibisiniz, bazen sağıma soluma bakıyorum ve zabıta geliyor diye bağırmak istiyorum sizlere, merak ediyorum çil yavrusu gibi dağılacak mısınız dağılmayacak mısınız diye.. Bir gün yapacağım, tası tarağı toplayıp işgal ettiğiniz vatan toprağını terk edecek misiniz gözlemleyeceğim.. Biriniz daha yolumu keserse, dava açmayı düşünüyorum artık; üstüne bir de insanın koluna girenleriniz, omuzundan çekiştirenleriniz de oluyor, gözlemliyorum.. Bana yapmadınız, yapmazsınız umarım..

* Bir de şöyle bir şey var, az önce gördüm.. "paleveri bırak, bırak, bırak, bırak.. bip, bip, bip...".. Milletvekilleri Türk aile yapısının kutsallığını anlatan nakaratlarına gönül rahatlığı ile devam edibilirler.. bence çoğunun evet ya da hayır demek için ellerini kaldırmaktan fazla bir fonksiyonu yok.. Böyle de devam edebilirler, alıştık ne de olsa.. Yalnız, yakini milletvekili olan birileri varsa, şu videoyu kendilerine izletsinler.. Bu ve benzeri onlarca programdan tonlarca benzeri görüntü çıkıyor.. Buyrun size halis muhlis bir Türk ailesi profili..

* Bütün tekil ve çoğul şahısların durumu şu aslında: "odi et amo".. Catullus sağolsun, sevgi ve nefretin içiçe geçen duygular olduğunu bize 2 cümleyle özetlediği için.. Hepinizi seviyorum ve hepinizden nefret ediyorum.. Son nefese kadar bu böyle olacak sanırım, ondan sonra ne sevgi ne nefret ne de işlenecek bir günah kalacak..


Günlerin getirdiği serisini çoğaltmayı düşünüyorum, kısa kısa notlar alarak bu ağacı çiçeklendireceğim.. Yine yaydığım yerden, öksürükler eşliğinde geceyi bitiriyorum.. Şişeyi sallıyorum da, içinde bir şey kalmamış, saat 04:52 itibari ile.. İstikamet rüyalar, marş marş...

5 Aralık 2010 Pazar

Umuda ve insanlara dair..



Dün izledim de Beyoğlu'nda insanları.. Haftada bir et girerdi evlere eskiden, şimdi o da giremiyor.. Ceplerde para olmuyor zaten eti alıp dişleyebilecek.. Üstüne bir de kendi kendine yeten ülkemizin artık hiç bir haltta kendine yetemediğinin bir başka örneğini daha gördük son bayramda.. Ovalarda, dağlarda otlatacak hayvanımız yok, olanlar da az mı az; yurtdışından geliyor hayvanlar birer birer ithal.. Onun da kavgası çok, gelsin gelmesin diye..

Beyoğlu'nda insanları izledim de dün.. Aklıma düştü, sağımdan solumdan geçen insanların bir çoğu Kpss sınavına girmişti muhakkak, 18'in üstünde olanlar ise mutlaka girmişlerdi en az bir kez Öss'ye.. İkisinin de lanet eden, içine tüküreyim diyenleri çoktu eminim.. İnsanların umutlarını gölgeleyen, simsiyah bir kalpsiz haline getiren "sen" sorumlusun bundan.. Esirliğimiz olmuş kutucukları doldurmak, gözlerindeki hareleri kaybeden onca arkadaşım var ki.. Umudu kesmektir aslında boşlukları karalamak.. Neredeyse anadan üryan sokacaklar bizleri sınavlarına; biz dünyaya öyle gelir ve öyle gideriz; güneş yine doğar, gece yine olur, biz olsakta olmasakta.. Ama toprağı ve suyu mahvetmek için kutucukları işaretletirler bize.. Araba almamız için.. Arabamızla havayı kirletmemiz, insanları ezmemiz, kornalara basıp kulakları sağır etmemiz için.. Ev almamız için, karşı kapı komşumuzu tanımayacağımız bilmem kaç katlı sitelerinde güvenle yaşamamız, üşümemiz için geberir doğa, iki kuruş için canından olur ameleler.. Biz ne o ameleyi tanırız ne de karşı komşumuzu.. Umut insandadır.. Uyanırız yalnızlıkla ve ararız şurada burada içimizdeki boşluğu dolduracakları.. Ben düşünürüm, sen dans edersin; birisi katil olur 18'ine girmeden..

İnsanları izledim de dün Beyoğlu'nda.. Çıldırasıya merak ettim, sevgilisinin boynuna sarılıp ulu orta öpüşen kadının hislerini.. Onun kaygısızlığını taşımak isterdim, ama etraftaki aç gözleri göremiyordu; çünkü kapalıydı göz kapakları öperken boynuna sarıldığı erkeği.. İnsan ruhu bilmem kaç gram diyorlar, ama insan bedeni öyle mi; kilolarca et, kemik; bir dizi organ ve kan.. İşte o etraftaki, senin etini dişlemek isteyen gözleri faltaşı gibi açıklar, o aç etlerini seninle doyurmak istiyorlardı.. Ve ne tuhaf, bazen bu da oluyor; hem de hiç ummadığın şekilde insanlar bununla dalga geçebiliyor ya da seni ayıplıyabiliyorlar ve hak görüyorlar sevgilini arzuyla öpebildiğin ve yahut hiç sevgilin olmasa da, bir başka elin sıcaklığını bile bilmesen de; kadın olduğun için. Bunun böyle olduğunu düşünen ve bunu sana hak gören puştlarla dolu etrafımız.. Kime acıyacağımı şaşırıyorum, sana mı onlara mı; yoksa daha büyük olan dünyaya mı?.. Hani evrende bir kum tanesi kadar olan.. ve içimden geçiyor acaba doğru cevap hangisi diye; a), b), c), d), e)... İçlerini dolduramıyorum şıkların.. Perişan oluyorum..

Dün de Beyoğlu'nda insanları izledim.. O kadar çoklardı ki, o kadar çoktuk ki.. Bazı bazı omuzlarıma vurdular, pardon mardon demeden küfür eder gibi çekip gittiler.. Korkusuz olmakla, kaba olmanın arasındaki bir mısralık farkı kaçırdılar.. Güneş gitmeden de öyleydi, güneş battıktan sonra da öyle.. İnsanların omuzlarında kim bilir hangi sıkıntılar, hangi sıkıntılar.. Özgürlüklerini yalancı gülüşler ve içi boş dostluklarla dolduranlar.. Bir marşa tekinsiz adımlarıyla eşlik eder gibi salınıyordu insanlar.. Sanki saat durmuştu, zaman durmuştu; ama insanlar hareket halindeydiler.. Nereye gözümü çevirsem bir çift göz, çevirmesem bile binlerce çift göz.. Yorgun ve uykulu, neşeli ve gülen, şişmiş ve yaşlanmış.. Karanlığı da aydınlığı da farketmeyen hareket eden bedenler.. Çok yakışıklı ve çok güzeldiler.. Parası olmayanlar, parası olanlar; gözlerini başka gözlere düşürüyordu.. Herkes, herkes hakkında konuşuyordu, herkes kendisini övüyordu.. Bir şeyler üstüme kapanıyordu.. İçim hep umut diyordu, dudaklarıma bunu söyletmek için çırpınıyordu.. Umut insandadır.. En büyük yanlış bile bu kadar güzel gelemez bana.. Yanıldıkça utanıyorum, utandıkça utanasım geliyor.. Kocaman bir mengene sanki caddedeki insanların çoğunu içine almış sıktıkça sıkıyor.. Bedenler gidiyor, kalpler atıyor; ama birkaç gramlık ruhlar sıkıldıkça sıkılıyor, unufak oluyor.. Gözlerimi kapatasam geliyor, kapatamıyorum.. Öksürsem o anda, ya da ıslık çalsam insanlar beni görüp ayıplarlar mı diye düşünüyorum, donup kalıyorum..
 
Beyoğlu'nda dün de izledim insanları.. Yukarıda bulutlar muhakkak yağmur yüklüydü ve hava terletiyordu bizi.. Aralık ayının bilmem kaçında.. Pastırma yazı bir hayli sürdü bu sene, bu sene Beyoğlu'na daha az gittim ve sanki daha da doluydu cadde ve sokaklar.. Nereye kaçarsan kaç kurtuluşu yok.. Bir kız kahrediyordu önümde yürürken, bu dünyaya geç geldim diye.. Oysa ki geçmişte onun için hiç bir hazine yoktu.. Bunun imkansızlığını bilemeden kalabalığın içinde kayboldu, müziğin ve sesin içine doğru.. Rüya diyorum, bütün bu kahır ve çile rüya.. Umut sendedir ve senden doğacak olandadır.. Gökkuşağı da sensin, çamur da.. Yapraklar gibi hışırdar ruhun.. Aydınlık bir güne uyandıracak olan insanlığı, sensin; senin doğurganlığın.. Toprak gibi ağır, hava gibi ferah, denizdeki su gibi mavi ve yıldızlar gibi sonsuz.. Sen müziğin ve sesin içine doğru kaybolurken ben bunları düşünüyorum..

Dün Beyoğlu'nda izledim de insanları.. Rüyalarını merak ettim, umutlarını merak ettim.. Durup dururken bazılarına hikayeler yaftaladım.. Birisini pazartesi Afrika'ya gönderdim misal, bir diğeri Salı günü yalnızlığından kurtulup bir çift gözde kendini kaybedecek.. Bir başkasını akşam namazını kılmak üzere camiiye gitti, birisi bu hafta öksüz kalacak; diğeri devrimci gözlerindeki alevle polisle çatışacak Cuma günü Ankara'da.. Bol keseden dağıttım gün boyu hikayelerimi.. Kimisi hiç olmadığı kadar zengin oldu, kimisi fakir.. Zengin ettiğim de eminim ki bir kaç dakika sonra bundan rahatsız olacak, daha fazlası olamaz mıydı diye yakama yapışacak.. İnsan dediğin böyledir diyerek güleceğim.. İçimde bir şeyler bana seslenecek yine; insan umuttur diye.. Bir tek onu dinleyecek ve bir şarkı gibi usulca mırıldanacağım; dün, bugün ve yarın..

Not 1: Bu uzun yazıyı sonuna kadar okuyanlardan zamanlarını çaldığım için özürlerimi dilerim.. Daha da uzun yazma arzusu içimdeydi diyerek onları işkenceden kurtarıyorum:-))..

Not 2: Dünün güzel geçmesini sağlayan ve güzel sohbeti ile yüzümü güldüren İpek, var ol:-))..

Not 3: ve sevgilim, hoşgeldin yeniden; teşekkür ederim:-))..

28 Kasım 2010 Pazar

Ben Atatürk'ümü buldum..

Yıllarca ama yıllarca bir "Atatürk" filmi yapılacak diye bekledik durduk.. Biz işin içine hep holivudu katıyorduk, ama onlara değil, bizim sinemacılara;/belgeselcilere kaldı iş..

Can Dündar'ın Atatürk'ü çok tartışıldı, Atatürk yalnız ve masa adamı olarak lanse ediyor diye.. Ahkamı kesen büyüklerimiz affetsin ama, azıcık düşününce gerçeğin tam da bu olduğunu görmeleri gerekmez mi?!!.. Ömrünün yarısını savaş meydanlarında geçiren bir insanın ölümün onlarca iğrenç şeklini gördükten sonra delirmemesi bile büyük başarıdır bana kalırsa.. Televizyonlarda, sinemalarda gördüklerinden etkilenip adam öldürmenin ya da bir insanın ölümünü görmenin (ateşli silahlarla ya da envayi çeşit delici, kesici, ezici aletlerle) insan ruhuna etkisinin çiçek böcek görmek gibi olduğunu düşünen hödüklerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz zaten.. Herifçioğlu yanında bir balon patladığında bile havalara zıplar.. Peki  yaralanan bir insandan üzerine sıçrayacak ve önce biraz akışkan olan, sonrasında çamur gibi yapışıp kalan kanla nasıl bir imtihan vereceğini hiç düşünebilir mi?!!.. Neyse, fazla karıştırmayalım.. Atatürk,  Atatürk olmazdan evvel daha bir insandı; etrafı şakşakçılarla ve kendisini putlaştıranlarla sarıldıktan sonra ise yalnızlaştı ve yabancılaştı.. Bunlar benim şahsi fikirlerim elbette, çok daha uzun bir yazıda buna değineceğim galiba, ne de olsa kendim yazıp kendim söylüyorum:-))..

Sonra ismini tam olarak hatırlamadığım Turgut Özakman kaynaklı bir film geldi.. Halit Ergenç adlı oyuncuya yapılan korkunç makyajıyla aklımda yer etti.. Aşırı korkutucu bir görüntüydü açıkçası, Leven Kırca'nın skeçlerinde yaptığı makyajlar bile o görüntünün yanında daha albenili durur.. Adını bile hatırlamıyorum, ama eminim buram buram hamaset kokuyordu.. Çılgın Türkler furyasının bir devamı olarak bu film ve yanlış görmediysem yeni bir kitapla yazın hayatına devam ediyor sayın Özakman.. Allah uzun ömür ve hayırlı kazançlar versin der huzurlarından ayrılırım..

Bir de Livaneli'nin Veda filmi vardı.. Reklam ajansında staj yaptığım dönemde vizyondaydı film.. Esentepe'de kocaman bir duvarı satın almışlar ve filmin afişiyle kaplamışlardı.. Yaklaşık bir ay boyunca her sabah ve akşam o duvarın önünden geçtim, ama filme gitmedim.. Geçtiğimiz günlerde televizyonda bir bölümünü izledim.. Temposunda ve hikaye anlatışındaki belgesel havası ve durağanlığı çok fazla gözünüze batmazsa eli yüzü düzgün bir film olduğunu söyleyebilirim..

Kısacık yazacak, sonra kapatacaktım.. Yine dağıttım:-)).. Eğer illahi ki bir film çekmemiz gerekiyorsa bu tek değil, 3 fillmden oluşmalı.. Mustafa - Kemal - Atatürk üçlemesi olmalı.. Çünkü biz her bir haltı anlatmaya meraklıyız, atıyorum birisi çıkıpta ben Mustafa Kemal Atatürk'ün mütrake yıllarındaki İstanbul'dan ayrılmadan önceki günlerinden  Samsun'a çıkışına kadar olan zamanı anlatan bir hikaye çekeceğim demez, demiyor.. Varsa yoksa her şey anlatılacak.. Anlatamazsın işte, anlatabilmek için, hayatını çok iyi bir senaryo haline getirebilmen ve bu filmi çekebilecek işinin ehli bir yönetmene havale etmen gerekir.. Yoksa çekilenler belgesel ya da müsamere tadında kalır.. -Trt'nin Kurtuluş ve Cumhuriyet isimli iki adet fecaat filmini de unuttuk aslında, Cumhuriyet filmi hakkında bir yazı yazacağım, yakında, burada-...

Ha şimdi, gelelim başlığımıza.. Ben Atatürk'ümü buldum.. Gelin anlaşalım ve şu filmleri üçe bölelim.. Mustafa filmi, Kemal ismi kendisine verilene kadar olan süreyi kapsasın, senin adın da benim adım da Mustafa, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun diyen hocasının repliği ile bitsin -ulan amma da kafamın içine kazınmış bu tirat, vay anam vay, gözünü sevdiğimin resmi idelojisi:-))-.. Sonraki de oradan başlayıp Mustafa Kemal'in son devrimlerinden birisi olan soyadı kanunu -Atatürk soyadını aldığı tarih- 24 Kasım 1934 sabahına kadar devam eder.. Son filmde o tarihten  başlayıp 10 Kasım 1938 yılı saat dokuzu beş geçe Atam Dolmabahçe'de gözlerini kapasa ve bütün dünya ağlasa resim tamamlanmış olur..

Atatürk'ümü buldum demiştim.. İşte şimdi sizi onunla tanıştırıyorum.. Bakınız:









Hanımlar beyler, karşınızda Kevin Kline.. Amerika'nın bu pek möhim oyuncusu şu an 63 yaşın olgunluğu ve karizması ile kariyerine devam etmektedir..Tipse buyrun tip, hık demiş burnundan düşmüş diyemeyiz elbette; ama korkunç derecedeki o makyajlara gerek olduğunu sanmıyorum.. Hem zamanında Atatürk'ün birebir boyuttaki balmumu heykelini beğenmeyip 190 boyunda zebellah gibi heykel yaptırılan topraklarda yaşıyoruz, sözüm size efendim, sayın Kline'ın boyu tamı tamına 188; gayet tatmin edici, gönlünüz ferah olsun..

Ben teklifimi yaptım.. Ey yalnız ve güzel ülkemin muhterem sinemacıları, bu sese kulak verin.. Bu şansı tepmeyin, Atatürk'ü size emanet ediyorum, güzel bir film sizin eseriniz olacaktır..

* Mustafa Kemal'i de buldum aslında, o da holivud civarlarından; o da pek meşhur bir sinema artizi.. Onu da yazacağım, bir sonraki yazıya kısmetse..

* Kevin Kline'ın fotoğrafları De-Lovely isimli filmdendir.. Cole Porter isimli önemli bir müzik adamının hayatını canlandırmıştır.. Bingo dönem filmi:-))..

*Atatürk'ün herhangi bir fotosunu koymadım, görüntüsü ziyadesiyle beynimize kazınmış zaten..

Herkese saygılar ve sevgiler:-))..

9 Kasım 2010 Salı

tek bir cümleden çıkanlar...

Elimde bir kitap var, Mahmut Şenol tarafından yazılmış.. Aslına bakılırsa bir yüksek lisans tezinin kitaplaştırılmış hali.. Her şeyin bir hali olduğu gibi, tezlerin de kitaplaştırılma halleri vardır ve genelde pek başarılı olamazlar, eğer çok ama çok iyi bir editörün dokunuşuna mahzar olmadılarsa..

Kitabın abc'sine giriş yapacak değilim, en azından şu an için.. 19. sayfadan aynen aktarıyorum;


"İyi patron iyi-ahlaklı ödeme yapan biridir ve ötekesinin cüzdanının efendisidir"* benzetmesiyle bireyi bireye bağlayan para ilişkisine yer verir. Ona göre, birey ancak yeni kapitalist toplumda iş, ödeme ve borçlanma ahlakıyla, kısacası piyasaya katılıp çalıştıkça vardır. Diğer deyişle, birey birey olarak varlığını hissedebilmek için çalışmalı, borçlanmalı, borcunu ödemeli, bunun için kazanmalıdır; kapitalist püriten ahlakın bireyden beklediği budur....

Diyorum ki, şöyle onlarca okuyanım olsaydı ve biz kitaptan almış olduğum bu kısa bölümü sindire sindire konuşup tartışsaydık, kötü mü olurdu?!!.. Kaderimiz bu mudur diye düşünüyorum ve cevapları duymayı istiyorum, buradayım beklerim efendim..

Not: Buradan Alim Şimşek efendiye sesleniyorum, "Soğuk Savaş ......" isimli tezinin basılmasını ve okumayı merak içinde bekliyorum ve senin tabirinle "hadi bakalım" diyorum..

* Mark Weber - Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlak- 1908..

10 Ekim 2010 Pazar

Günlerin getirdiği(1)...

*Filmekimi başlamış.. Bu sene de gitmiyorum.. Hayır efendim, bu sefer biletleri alıp alıp gidemeyeceğim için değil, film gösterimleri Emek'te olmadığı için.. Emek ve Alkazar demek benim için festival demekti(r).. İster festival olsun ister olmasın, oralarda izlediğim her film benim için festivaldi(r).. Alkazar'a veda ettik bile, Emek içinse bugünlerde ne ses var ne de seda; iş yine oldu bittiye getirilecekmiş gibime geliyor..

* Rüyalar alemi beni biraz rahat bırakır mısın?.. 1 haftada 3 kilo verdiğimi bana inandırarak neden gözlerim kapalıyken aptalca bir gülümsemeyi suratıma yapıştırıyorsun?!!... Bir de hangi aklın ürünü şu düşünceleri birbirine bağladın: Supernatural'deki mahşerin dört atlısının yüzüğünü ben ele geçirmişim, amacım Kavak Yelleri'nin bitişini engellemekmiş.. 4 yüzüğü birden ele geçirdikten sonra yapmam gereken onları bu amaç uğrunda kullanmakmış.. Ulan nedir bu saçma salak rüyanın amacı derken, bir anda Jack karşıma çıkıyor (Lost'taki kadim doktorumuz) ve yüzükleri asla bu amaç uğruna kullanamayacağımı, amacımızın adaya geri gitmek ve bir şeyleri düzeltmek olduğunu söylüyor.. Sanırım o saniyede beynim isyan etti ve beni rüyalardan çekip çıkardı.. Bu derece tuhaf ve deli saçması düşlere oto kontrolü sağlayarak isyan etti..

* Yatağın üstüne, askıya, sandık üstüne vs... Bu kızlar delirmiş olmalı nedir bu yazdıkları derken, bu gece de erkeklerden karşı atak gelmiş!!.. Haftada kaç kez traş olduklarını yazıyorlarmış, kızların yazdığı da çantalarını nereye koydukları mıymış neymiş.. Büyük insanlık nereye doğru gidiyor, tuhaf ki ne tuhaf... Net hayatı kendi canavlıklarına bir yenisini daha ekliyor ve kendince rituellerine bir yenisini daha katıyor sanırım.. Bir grup insan, atıyorum bundan 5 sene sonra, net üzerinden anlaşıp topluca intihar filan ederse de şaşırmam.. Demedi demeyin olacaktır bu..

* Ben insanlara ezelden beridir çok dikkat ederim.. Nerede olursa olsun, onları izlerim; anlamaya ve algılamaya çalışırım.. Hareketlerini, bakışlarını, konuşmalarını izler; kendimce kafamda hikayeler uydururum.. Bugünlerde bakıyordum da, herkes birbirini izliyor.. İster nette olsun ister sokakta.. Yalnız, benim gibi izlemiyorlar, amaçlarımızın farklı olduğunu keşfettim.. Üstüne giydiğin, yediğin içitiğin, moda deyimiyle takıldığın yerleri, saçının şeklini, sevgilin olup olmadığını vs. ölümüne merak ediyor insanlar.. Sana ilgi duyduklarından da değil, kanımca aralarında dedikodu yapmak için ya da buna benzer şeyler olmalı.. Ben kendi hesabıma bundan sıkıldığımı söylemeliyim.. Her hareketini diğerine göre ayarlamaktan kendileri olmaktan çıkmış bu insanlar ne yazık ki.. Şöyle ağız tadıyla hikayelerimi kafamda üretmeme izin verin artık.. Hele bugün olanı anlatamam.. Hani kızlar birbirlerinin kıyaftlerine, çantalarına, kollarına taktıkları erkeklere bakarlar, bilirsiniz.. Bugün üç çocuk geçiyordu yanımdan, herifler benim kıyafetlerime bakarak küçümser bir bakış attılar.. Evet, erkek dediğin de saçma sapan giyinmemeli, benim de altı kaval üstü şeşhane durumum da yoktur genel olarak.. Sormak istedim aslında, arkadaşlar kendinizde misiniz diye ama en iyisinin gülüp geçmek olduğuna karar verdim, artık çoğu şeye gülüp geçtiğim gibi...

* boş boş oturup, ahlayıp vahlamaktansa işime yaracak bir şeyler yapmak istedim.. Bu hafta kurslar başladı.. Zamanı değerlendirmeye kararlıyım, dizlerimin eskisi kadar güçlü olmadığını farkettiğim gün kararımı verdim, dönüşü yok... 

Bugünlükte bu kadar olsun.. Aksakal yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz, kimsecikler merak etmesin.. ayrıca günlerin getirdiği diye bir seri yapmayı düşünüyorum, ne de olsa okuyanım çok.. yaydığım yerden sevgilerimle..

26 Eylül 2010 Pazar

Let's keep that money machine rolling..

Bir arkadaşım var, adı Hasan; soyadını söylemeye gerek görmüyorum; Aksalak'ta da deriz, uzun ince bir adam da.. Soyadın ne önemi var, söz konusu Apu olunca.. Bir ev, iki araba için yaşamayanlardan o.. Daha özel bir şey onun aradığı, kimimiz kutsal deriz buna, kimimiz başka bir şey.. Ne dersek diyelim, ben bu tür insanları seviyorum işte.. Yüzme bilmese de uzak diyarlara, Afrika'nın en güneyine gidebilecek kadar gözü karadır bu çocuğun..

Bu yaz yüksek lisansını bitirdi, doktorasına başladı; merak eden olursa yüksek lisansını paylaşırız elbette.. Konumuz bu değil aslına bakarsınız.. Kitap, yazı, yazmak, yayınlamak, okumak vs. adına bir kaç kelam edeceğim..

Neden yazarız, neden okuruz diye de başlayacak değilim.. Kitapların -tabi ki hepsinin değil- insanlığın gerçek hazineleri olduğuna inanıyorum, inanmayanlar yanımızdan ayrılırsa mutlu olurum..

Hasan bildim bileli bu konularda sorunlu bir adamdır.. Sorunu, içinde yaşattığı o sorumluluk duygusundan ileri gelir, ya da benim adlandırdığım gibi; kutsal bir dürtüden.. İçinize kaçan bu histen kurtulamazsınız..  Modern hayat denilen girdapta, her adımda ondan kaçmamız için açılan kapılara girmemiz için sunulan cazip tekliflere inanırsanız, konformist (kurallara uyan, itaat eden) birer insan olarak yaşamınıza devam de edebilirsiniz.. Hasan böyle yapmadı, 2 sene önce; şu anın parası ile hesaplarsak (enflasyon oranında arttırıyorum efendim) 3.000 törkiş lira civarı bir aylık ile mutlu mesut yaşabilirdi.. Yazın tatilimi şurada yaptım, ayakkabılarım bu marka, montuma şu kadar para verdim, kışın kaymaya nereye gitsek  vs. diyenlerden olabilirdi; ki ben bu arkadaşları modern tabire uyması açısından "çakma" diyerek etiketliyorum ve bu yüzden hiç utanıp sıkılmıyorum da.. Doldurdukları cüzdanları, ikea ile başlayan mobilya meraklarını, italyan mobilyaları ile devam ettiren, sonrasında özel tasarımlara geçen bu hanımlar/beyler beni lanetleyebilirler, lanetlesinler; herkesin sevgisini istemiyorum, saygı yeterlidir..

Uzattıkça uzatıyorum, izin verin; umutsuz satırlarımı biraz daha basitleştirerek devam edeyim.. Dediğim gibi, uzun Hasan efendinin okuma/yazma eylemleri ilk tanışıklığımız olan 97/98 yılından beridir artan bir hızda devam ediyor.. İyi bir okurdur, denemelerini ise pek tutmamışımdır (2000'lerin ilk yarısında yazdıkları), sonradan bunda da ilerlemiştir ya orası ayrı; bir yerde benim için hep, "ne Paris, ne Roma" olarak kalacaktır.. Yazım olayı da canlı bir şey değil midir zaten.. Bebekler gibiyizdir aslında yazmaya başladığımızda -Rimbaud ile bana gelmeyin efendim-, 20'lerin başında yazılanla; 30'lara sarkan satırlar arasında farklılıklar olacaktır, olmalıdır da.. Çoğumuzun iştahı 20'lerin ortasına doğru kaçarken bazılarımız bu yolda daha da güçlenmiş halde yürümeye devam ederler.. Hasan'ın yürüyüşü de bu minvalde değerlendirilebilir*

*yazıyı burada kesmem gerekiyor, devamını bu akşam getireceğim.. (iki tanecik okurum var zaten.. Sevgili okurlarım, geri döneceğim, biraz yürümem gerekiyor; güzel bir gün dışarıda çünkü, güneş beni çağırıyor, çocukça gülmem ve yollarda şarkı söylemem için bildiğim yollara)...

9 Eylül 2010 Perşembe

"Blok Geldi", faul dedi....

Efendim merhabalar,

Yüzyıllar öncesinde yaşanmış gibi gelse de, şunun şurasında 5 sene öncesine kadar hayatımın odak noktasında yer alan, 700 küsur gram ağırlığındaki topu çemberin içinden geçirmek ya da geçirememek, işte bütün mesele bu dediğimiz spora, basketbola yatay bir geçişle geri dönüyorum, en azından kafamda..

Aslında boyum uzamadığı ve ben de oyun kurucu özellikleri barındırmayan bir bünye olduğundan, bu işten oyuncu olarak para kazanamayacağımı anlamam için çok zaman geçmemişti; 17 yaşımda filandım o günlerde.. Bunu idrak etmeme rağmen kopamıyordum basketboldan.. Oynamak, sürekli oynamak istiyordum.. Her oynayışımda muhakkak bir yerime darbe alıyor, bazen geceleri uyuyamıyor; kimi zaman ise ciddi ciddi sakatlanıyordum.. Yine de de vazgeçmiyordum işte...

Neden diye ilk kez şimdi düşünüyorum aslında.. Neden olmasın?!!... Düştüğümde kalkmayı aslında ben basketbol oynarken öğrendim, hem fiziki hem mental olarak.. Basketbolda da hayattaki gibi aldığım onca darbeye rağmen ancak gerçek anlamda canım acıdığında faul diye çığlık atardım.. Zordu yani, yediremezdim faul demeyi; darbe yesem bile gıkımı çıkarmamak için uğraşırdım.. Ama karşılığını da verirdim, asla geri adım atmazdım, arkadaşlarımda bu konuda bana çok destek olurlardı.. Bir kaç kez hariç kimseye gerçekten bilerek ve isteyerek sert davranmadım; sertliğimi oyun kuralları içinde tutmaya gayret ettim.. Ama hayatta... Orada sert olamadım, en azından bir iki sene öncesine kadar bu böyleydi.. Yani basketbol oynamayı bıraktığım günlere kadar.. Darbelere, karşı darbelerle karşılık veriyorum, hatta kimseye çaktırmadan bir şekilde öncesinde küçük, ancak yiyenin hissettiği vuruşlar yapıyorum.. Bundan da artık hiç mi hiç utanmıyorum...

Yine karıştırdık yazıyı, bir bütünlük olmasa da şunu diyelim son olarak.. Ben 3 gün sonra filan yine basketbol oynamaya başlayacağım.. Soğuk sıcak, yağmur kar dinlemeden oynadığım günleri anımsayarak oynayacağım.. Biliyorum, yaşım kemale erdi artık bu işler için.. Kim ne derse desin, içmden bir ses bana, sen deli misin arkadaş demeye devam etsin.. Ben Ayvansaray parkında olacağım haftada 2 gün filan.. Arada geçerken beni görürseniz bu meczup yine buralara mı gelmiş diyebilirsiniz.. Sorun değil efendim, size de saygı duyarım...

Düştüğüm gibi yeniden kalkacağım, bunu her yerde, her adımda yapmam gerekiyor; yapacağım da, merak etmeyin.. Bloğa blokala, faule faulle, dirseğe dirsekle yanıt vereceğim, bir şekilde geri dönüyorum, beni izleyin anacım...

1 Eylül 2010 Çarşamba

BJ Thomas raindrops 70s

BJ Thomas- Raindrops Keep Falling on my Head

Sabah gözlerimi açtığımda, eğer dışarıda yağmur varsa bu şarkının sözleri geliyor aklıma.. Bir de Hande.. Onun için de aynısı geçerli; yağmur: raindrops,Sercan:-))..

29 Ağustos 2010 Pazar

NICK DRAKE Saturday Sun

NICK DRAKE Saturday Sun

saturday sun came early one morning
in a sky so clear and blue
saturday sun came without warning
so no-one knew what to do.
saturday sun brought people and faces
that didn't seem much in their day
but when i remember those people and places
they were really too good in their way.
in their way
in their way
saturday sun won't come and see me today.

think about stories with reason and rhyme
circling through your brain.
and think about people in their season and time
returning again and again
and again
and again
and saturday's sun has turned to sunday's rain.

so sunday sat in the saturday sun
and wept for a day gone by.

Nesta'ya sevgilerle...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

dünya dönüyor...

"anladım ki biz, eski biz değiliz,
o günler geçmiş ,
biz bu gündeyiz"...

Uğraştım ama eski kaydını bulamadım şarkının, yeni kaydı da neresinden bakarsan bak bir 10 sene var.. Elinin altında olan varsa paylaşırsa sevinirim:-)))

Not: Elbette bu sözüm Nesta'ya, beni okuyan bir başka insan yok ki:-)))...

18 Haziran 2010 Cuma

Lappappa: 31

Lappappa: 31

http://www.tbl.org.tr/beko/oyuncu.asp?Kod=4318

20 Şubat 2010 Cumartesi

çalışmak..


Daha çok çalışacağız demiş sırasında birisi..Çalışmak, çalışmak, çalışmak.. Diğer bütün kelimeler gibi arka arkaya bir kaç kez tekrarlayınca veya yazınca bulanıklaşan, anlamsızlaşan bir şey..


Bugün Şubat'ın 20. günü.. Kaba bir hesapla 3.5 aydır stajyerim.. Ne demek oluyor bu yani!.. Kimileri için 3.5 aydır bedavaya çalışan bir enayi, kimileri için ise bir yola baş koymuş yürüyen birisi.. Bana soran var mı, elbette yok; hem söylesem bile ne fark eder, hepimiz kendi düşüncelerimiz kadar gerçeğe yakınız, kendi inandığımız gerçekliğe..


Bugün şunu farkettim.. Hem de hiç ummadığım bir anda, bilgisayarda power pointte sunum hazırlarken..O yüzden yazayım dedim zaten.. Farkettiğim şudur ki; sen sessizliğe büründüğün zaman veyahut sen mutsuz, depresif bir döneme girdiğinde hayatında bir elin parmakları kadar insan ya kalıyor ya da kalmıyor.. Bravo, yeni mi keşfettin bunu diyebilirsiniz -kim diyecekse, okuyanım mı var:-))-.. Hayır, yeni keşfetmedim elbette.. Ama farklı bir bakış açısından yaklaştım olaya, siz buna belki daha geniş bir bakış açı,belki daha büyük bir resim dersiniz; adını bilemiyorum her neyse işte..


Yap-boz oyunu gibi her şey.. Ben buna inanmaya başladım.. Parçaları yerleştirdikçe daha da anlam kazanıyor.. Peki bütün parçalar yerleşecek mi ve buna bizlerin ömrü elverecek mi?!.. Asıl soru bu sanırım, çünkü zaman geçtikçe beden katılaşıp bilgi akışkanlaşıyor bence.. Büyüdükçe eskisi gibi hızlı öğrenemeyeceğimizi söylüyorlar.. Bunu kabul edebilirim, ama burada en önemli nokta şu, belli bir yaşa geldikten sonra öğrenme hızın yavaşladığında sen bütün öğrendiğini sandığın şeyleri öğrenip öğrenemediğini onlara verdiğin tepkiler sonrasında test edebiliyorsun..



Bitirirken not düşeyim bari, bu da kendime olacak.. Lost'un 6. sezon başladı biliyorsunuz, 4. bölüme kadar geldik.. Bir halt yazacak değilim şu oldu bu oldu off, uff, vayy gibisinden, hayır.. Sadece şunu söyleyebilirim, ben bu sezonun şu ana kadar izlediğim en iyi sezon olduğunu hissediyorum.. Hayır, tek nedeni bitecek olması ya da sırların yavaş yavaş açığa çıkıyor olması değil.. Bütün karakterlerin gerçek anlamda evrimleşmesi.. Buna da en iyi kanıt Doktor sanırım.. Jack'te hep kendimden izler görmüşümdür, bahsettiğim şey liderliği değil, yanlış anlaşılmasın.. Olaylar karşısında bir noktadan sonra verdiği tepkileri kontrol edememesi, frenlerinin boşalması ve dibe çakılması.. Herkes için her şeyi yapamazsınız, önce kendiniz için bir şeyler yapacaksınız ki sonrasında diğer insanlara yardımcı olabilesiniz.. Bunu ben de Jack'te öğrendik sanırım, ben kendimden eminim artık, umarım Jack'te olabilir.. Bütün dünyayı kurtaramazsın Jack, eğer bir şeyleri kurtarmak-düzeltmek istiyorsan işe kendinle başla, sonrasında bir fark yaratabilirsin; emin ol..


Diyeceklerim bu kadar hakim bey, iyi geceler..

7 Şubat 2010 Pazar

Portsmouth, Vanden Borre ve bizimkiler...


Para yok, pul yok.. Ligde kotu durumdasin.. Cikmissin Man. Unt. karsisina.. Bir de 5 yiyorsun,yersin de; olabilir.. Ama 3'unu kendi kalene atmak ne demek.. Olur mu yani bu simdi, yapilir mi..Allah sabir versin taraftarina ne diyelim, tez zamanda dussunler de rahatlasinlar... James nispeten rahatlamış görünüyor fotoya baktığımızda.. Yine de mücadele etmelerini, uğraşıp didinmelerini insan alkışlamadan geçemiyor..


Bir de Vanden Borre geliyor insanın aklına.. Özellikle 2006-2007 serilerinin vazgeçilmez oyuncularındandır benim gözümde.. Herdaim savunmama direk aldığım adamlardandı.. Göbekte; Micah Richards ve Kompany, sağda Borre, solda da Bale.. Bu çocuklar 2-3 sene içinde oynadıkça deli paralara çıkıyorlardı.. Diğer kulüpler kapınızı muazzam paralarla bu arkadaşları almak için çaldığında itlik yapan tek oyuncum hep Borre olurdu.. Gideceğim de gideceğim diye tuttururdu.. Ben de bir süre dayanır, bak gözümsün, orta yaparsin, iyi pas verirsin, sağlamsındır derdim ama yok kesmezdi.. Nuh der peygamber demezdi, bir moral bozulması bir oynamama isteği.. Hadi uza derdim bir sonraki transfer döneminde de.. Şimdi takımının en iyilerinden, ama takımı iyi yerde değil.. Bu genç Belçika tayfası iyi tuttundu Ada'da.. Bizimkiler neden gidemiyor ya da gitmiyor diye düşünüyor insan.. Tuncay'i da tebrik ediyorum ayrıca, ben yedekliği geçip A takıma çıkacağına inanıyorum.. Elbette yeri Stoke City değil, ama kesinlikle Fenerbahçe'de değil.. O halde söyleyecek tek bir şey var buradan ilk başta GS'nin kaptanına.. Haydi Arda Liverpool'a...

11 Ocak 2010 Pazartesi

deneme.. bir, iki, uc..

















bir hikaye dusunuyorum ve uzun sure sonra yazmak istiyorum.. ne kadar zor olabilir ki diyorum icimden, ama dusununce farkediyorum ki yazma aliskanligimi kaybettim.. yazmak ciddi olarak disiplin gerektirir.. benim gibi ilham perisi ve dogustan gelen yetenegi olmayanlar icin durum daha da aciklidir.. cok okumali, cok yazmali ki belli bir noktaya gelinebilinsin.. deneyecegim, tekrardan yazmayi.. buradaki yazilarim gibi yavan, kotu ve sıkıcı olmamam gerekiyor.. hadi bakalim, neler olacak...

4 Ocak 2010 Pazartesi

yeni..



Olan oldu, yeni bir yila girdik.. Ben son 4-5 senedir oldugu gibi saatler 24:00'i gosterdiginde yine uykudaydim.. Bilincli ya da degil, artik bu bir gelenek halini aldi..



Yeni yilda su olsun bu olsun demeyecegim.. Pek merakim yok, gecmis senenin muhasebesini yapmaya ya da yeni yilda yapilacaklar listesi cikarmaya.. muhakemeyi yapmak icin koca senenin gecmesine gerek yok.. basinda, ortasinda ya da sonunda; istedigin an olani ve olmasini istediklerini sirali halde dusunebilirsin.. Kasmayin, sene sonu gelse de listelerimi yapsam, hediyeler alsam versem diye.. Sacma..


4 gun once bir seyi farkettim.. Ayin 1'inde.. Otobuslerin arka 5'lisinde oturmayi ozlemisim.. Lise yillarimizda bu cool olmanin bir gostergesiydi.. Yas buyudukce orta kapinin oradaki guruha dogru katilmistim.. Hic anlam veremezdim, cokta kizardim insanlara, otobusun ortasi da arkasi da ayni kardesim, neden ilerlemezler diye.. Meger durum farkliymis.. Yilginlik, bikkinlik, korkaklik ve guzel duslerin yitirilmesinin sonucu olarak insanlar otobusun arkasina ilerlemez oluyormus zamanla.. Arka 5'li de oturdugumda o eski ferahligi hissettim.. Bulutlarin uzerinde olmasan da otobusun icine hafif bir kusbakisi konumda hakim olabiliyorsun.. Ayrica en fazla hoplayan, ziplayan tarafta arka taraf; yani heyecan hala orada..


Yilin ilk gununde, yani yilin basinda ben bunu tekrar kesfetttim, farkettim.. Bindiginiz bir otobuste tesadufen karsilasacak olursak muhakkak arka tarafta olacagim, cunku ben hala eski benmisim, ortalarda olursaniz beni goremeyeceksiniz; bacaklarinizin sizi oraya kadar tasimasi dilegiyle..