22 Şubat 2008 Cuma

Hava iyi, hava kotu...


Su havalarin ne yapacagi hic belli olmuyor.. Gecen hafta, 2 yil aradan sonra karlar altinda, usuyerek, titreyerek soluk alip veriyorduk İstanbul'da.. Su an gunes montlarimizin icindeki bedenlerimizi elinden geldigince yakiyor..

Kuzey Irak'a girdik mesela, bu sabah Bush'un deli sacmasi dans figurlerini izledim ve Maya'larin kehanetlerinin dogru cikmasi durumunda pekte uzuntu duymayacagimi hissettim.. 4 senemiz var yani dostlar, ben artik inanmaya basladim.. Tribun tezahurati gibi olacak ama, ben inandim siz de inanin..

Koca koca uydu kentlerlerle dolduruyorlar İstanbul'un dort tarafini, bana bunlar cizgi film gibi geliyor.. Belki oyle bir yerde hic oturmadigim icin.. Sokakta buyuduk biz.. Misket oynadik, dokuztas oynadik; kufur ettik, kavga ettik.. Elma, armut caldik bahcelerden.. Papatyalar vardi ornegin ben cocukken mahallemizde, seviyor/sevmiyor diyerek kizlari dusledik.. Gectigimiz aylarda bu yeni "sehir"lerden birisine gittigimde cok iyi ayarina vardim ki eger bu yirmiser otuzar katli yerler bu sehri ahtapot gibi sarmaya devam ederse yildizlara olan uzakligimiz daha da buyuyecek..

26 yasinda gecmise ozlem duymak sacma gelebilir bazilarina, ama ben duyuyorum; hem de cok eskiye degil, ornegin 2002'ye.. Isparta'ya gitmeden once biraktigim İstanbul'la dondugumde gordugum İstanbul arasinda o kadar cok fark vardi ki.. Belki de o kesmekesi unuttum, belki de yenilige adapte olamadim..


Yine de seviyorum yasadigim sehiri.. Birazdan yola cikacagim.. Galata Kulesi'ni gorecegim once, sonra Suleymaniye.. Benim camim.. Cok mu bencilce gorundu bu cumle.. Ama oyle iste.. İstanbul minareler denizi, turbeler denizi.. Simdi gokdelenler yeni yeni "sehir"ler denizi olma yolunda ilerliyor.. Yine de soluk alip verebilecegimiz, bizim diyebilecegimiz yerleri var, simdilik..

11 Şubat 2008 Pazartesi

28 Nisan 2003'ten bir yazi...

Öncelikle başlangıç noktamızı nereden ve neyden alacağız bilemiyorum. Bu bilmediğim şey de dünyada bilmediğim ve öğrenmek için ne kadar yırtınırsam yırtınayım başaramayacağım milyonlarca şeyden yalnızca birisi. Başlangıçlar nasıl olmalı acaba?

Benin kim olduğunu ben bile bilmezken beni başkalarının tanımasını nasıl bekleyebilirim ki? Eski günler geldi birden aklıma. Abdi İpekçi'den çıkar aheste aheste yol alırdık. Ne zaman ki otobüsün gelişini uzaktan görelim durağa koşup otobüse yetişmekle salaş yürüyüşümüze devam etmek arasında bir tereddüte düşerdik. Ve ilk başta ben Oğuz'a sonra o bana bakar, Umut'u da arada kandırıp son süratle otobüse yetişmek için topuklarımızı kıçımıza vuracak şiddette kendimizden geçercesine koşardık ve yetişirdik genelde.

Peki hayatta neden böyle olmuyor. Önce bakıyorum bezginliğin içinde olanlara, sonra yetişmeye çalışıyorum ama nafile bir türlü başaramıyorum. Topuklarımın popomda yaptıkları acıda cabası olarak kalıyor bana.

Peki o kim? Kim mi kim? İşte onu bir bilsem herkese söyleyeceğim ama tanışamadık bir türlü, ya da tanıyorumda miyopluğumun vermiş olduğu göz bozukluğu kalbimide etkiliyor.

Bundan başka ne söyleyebilirim şu an. Öncelikli olarak derslere bu kadar az çalışıp nasıl başarabiliyorum buna hayret ediyorum. Son olarakta artık internetten çıkmam gerekiyor bunu biliyorum. Evet, bir şeyi biliyorum. Adım Nazım Sercan İlgar. İşte hepsi bu sanırım. Bir ben ve yine sadece ben.